Osmanlıca / Osmanlı Türkçesi Terimi Üzerine

Son yıllarda Osmanlıca ve Osmanlı Türkçesi terimleri üzerine birtakım yazılar ve değerlendirmeler yapıldı, bu konuda metin kitapları ve sözlükler hazırlandı. Elbette hazırlanmaya da devam edilecek. Çünkü Osmanlı Devleti’nin varlığı süreci içinde oluşan, gelişen ve anıtsal eserler ortaya koyan Osmanlı Türkçesi üzerinde yapılan çalışmalar, henüz yeterli düzeyde değildir. Bu tür çalışmaların bilimsel yöntemlerle ortaya konulması da beklenmektedir.



Ancak son dönemde 19. yüzyılın ortalarından itibaren kullanılmaya başlanan, hatta o dönemde pek çok aydının ve yazarın bu terimin yanlışlığına itiraz etmelerine rağmen Osmanlıca sözü, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan, özellikle de Türk Dil Kurumu’nun 1945 kurultayından sonra, bu yaklaşım iyiden iyiye belirginleşti ve Osmanlıcayı sanki Türkçenin dışında oluşmuş bir dil gibi, hatta bazı çevreler daha da ileri giderek bir “yabancı dil” gibi görmeye ve göstermeye çalıştı.



Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarından, yani 14. yüzyıldan başlayarak yavaş yavaş, titizlikle ve kendi çağının getirdiği değer yargılarıyla, estetik anlayışıyla ve sanat zevkiyle oluşturulmuş, temelde Türkçenin yapısı esas olmak üzere başlangıç yıllarında Arapça ve Farsça söz varlıklarının, Batı kültürü ile yüz yüze gelmemizden sonra da, başta Fransızca olmak üzere, öteki Avrupa dillerinin söz varlıklarının katılımıyla zenginleştirilmiş bir anlatım ve üslûp özelliğine sahip Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü dönemlerde kullanılan Türkçeye verilen bir addır, Osmanlıca veya Osmanlı Türkçesi. Şimdi bu Osmanlıca sözünün dilde kullanım serüvenine bir bakalım.



Batı kültür dünyası ile tanışmaya başlamamızdan, yani 19. yüzyıldan sonra halka, halkın değer yargılarına ve yaşama hukukuna önem veren Türk aydını, devlet adamları ve yazarları “Tanzimat Fermanı” ile belgelenen bu konuları yazmaya, tartışmaya ve eserlerinde incelemeye başlamıştı. Halkın bu değer yargılarını en iyi anlatabilecek unsur da “dil” idi. Kültürün ve edebiyatın temel malzemesi olan bu önemli unsuru Tanzimat aydını ve yazarı, 19. yüzyılın ortalarından itibaren ciddi manada irdelemeye ve tartışmaya açmaya başladı. Bu ortamın oluşmasında da gazete ile başlayan basın hayatının büyük rolü olmuştur, diyebiliyoruz.







Gazete dili



İlk özel gazeteden başlayarak dilde eskiye göre bir “yalın söyleyiş”e önem verildiği söz konusu. Bunun ilk işaretini Şinasi veriyor. O, ilk özel gazete olan Tercüman-ı Ahvâl(2 Ekim 1860) için kaleme aldığı “Mukaddime”de şunları söylüyor:



“...en güzel icâd-ı akl-i insânî olan kitabet dahi kalemle tasvîr-i kelâm eylemek fenninden ibarettir; bu itibâr-ı hakîkate mebni giderek umum halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi kaleme almak mültezem olduğu...”(Tercüman-ı Ahvâl, no:9)



Bu yaklaşım, hem yeni Türk nesir dilinin oluşumu hem de “gazete dili”nin düzenlenmesi için bir ilk adımdı. Şinasi, Tasvir-i Efkâr (27 Haziran 1862) gazetesinin ilk sayısında kaleme aldığı kısa “mukaddime”de, “Bir hâl-i medeniyette bulunan halk ise kendi menâfi’inin husulü hakkına ne suretle sarf-ı zihin eylediği tercemân-ı efkârı olan gazetelerin lisanından malûm olur.”



diyerek o anlayışı pekiştirecektir. Nitekim gazete yazıları bu açıdan gözden geçirilirse, Şinasi’nin uygulamak istediği ifade tarzı açıklıkla görülebilir.



Şinasi’nin bu yaklaşımını Münif Paşa, 1863’te kurduğu “Cemiyet-i Tedrîsiyye-i Osmâniyye”nin süreli yayını olan Mecmua-i Fünûn’da gazeteyi çıkarırken “herkesin anlayacağı surette sehlü’l-ibâre olmak üzere” yayın yapacağını açıkça dile getiriyordu.



Bu çizgide Ali Suavi’yi de unutmamak gerekir, diyoruz. O da Muhbir gazetesinde kaleme aldığı “Gazete” (no: 28, 3 Mart 1867) başlıklı yazısında gazetecilere seslenerek “gazete dili”ne sahip çıkmalarını, dolayısıyla yeni nesir dilini örmelerini özellikle vurgular:



“Ey gazete muharrirleri! Pekâlâ biliyorsunuz ve biz biliyoruz ki, Osmanlılar umûr-ı mülkiyye vü mâliyye ve umûr-ı hâriciyye esrârına vâkıf olmağa çalışıyorlar. Ve bunun için gazeteler mütalâsına heves ediyorlar ve para harcıyorlar. Tutulan eski yollar daha ne vakte dek terk olunmasın? Haydi ittifak edelim! Meselâ “şarap” diyecek yerde “âb-ı âteş-reng” demeyelim. Düzce “şarap” diyelim veselâm...Muradımız mes’ele anlatmak iken, niçin halkı bir de ibâre için düşündürelim? Gazeteleri İstanbul’da avam lisanı olan Türkçe ile yazalım.”



Bunlar ve benzer yazılarda henüz “Osmanlıca” sözü yoktur, yani bu söz henüz terimleşmemiştir.







Edebiyat dili



Gazete dilinin yanında edebiyat dilinin, daha doğrusu Türk dilinin yeniden düzenlenmesi, imlâ ve ifade bakımından kurallarının gözden geçirilmesi, edebî dil olarak güzel örneklerinin ortaya konulması gibi yeni fikirlerin de gündeme gelmeye başladığını ve basın hayatında tartışılmaya açıldığını da bu yıllarda görmeye başlıyoruz.



Bu yolda ilk ve önemli bir çıkışı Namık Kemal yapıyor ve 1866 yılında Tasvir-i Efkâr gazetesinde kaleme aldığı “Lisân-ı Osmanînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazatı Şamildir” (no: 416-417, 16-17 Rebi’ü’l-âhir 1283 / 1866) adlı uzun yazısı ile o dönem Osmanlı Türkçesinin içinde bulunduğu durumu ve sorunları ilk defa olarak masaya yatırıyordu.



Sözün Türk edebiyatındaki değerine ve geçmişine kısaca göz gezdiren Namık Kemal, bu noktada pek iyimser değildir. Çünkü, “lisan-ı edebiyatı anlamaya avâm muktedir değildir”, daha doğrusu yüzyıllar boyu, “Edebiyatımızda mânâ sanat uğruna feda olunageldiğinden” dil sürekli ihmal edilmiş; kendi kaderine terk edilmiş; dilin işlenmesi, düzenlenmesi, kurallarının tespiti ve öğretilmesi asla gündeme gelmemiştir. Öyle ki, “Elfâzda garâbet o kadar muteberdir ki meselâ Nergisî gibi milletimizin en meşhur bir telif-i edîbânesinden istihrâc-ı meâl etmek bize göre ecnebî bir lisanda yazılmış olan Gülistan’ı anlamaktan müşkildir.” gerçeği açıklıkla ifade edilmiştir.



Oysa, “Türkçemiz bir lisandır ki bil-kuvve şâmil olduğu muhassenâta göre dünyada en birinci lisanlardan addolunmağa şâyândır”; o hâlde bu dilin ıslahı, yani yeniden bir düzenlenmesinin zarureti kaçınılmazdır.



Dikkat edilirse Namık Kemal bu yazısında da “Osmanlıca” sözünü kullanmıyor, üstelik “Türkçe” diyor.



O dönemde dilin, daha doğrusu edebiyat dilinin düzenlenmesi, onun nasıl olması gerektiği konusunda ikinci önemli çıkışı Ziya Paşa, “Şiir ve İnşâ” (Hürriyet gazetesi, no: 11, 20 Cumâde’l-ûlâ 1285 / 7 Eylül 1868) adlı uzun yazısında yapmaktadır.



Özünde Türk şiirinin ve nesrinin nasıl olması gerektiğini tartışan “Şiir ve İnşa”, aslında onu yaratan dilin de iyi işlenmediğini vurgular; özellikle Acem ve Arap şivesine taklit bir dil yaratıldığını ileri sürer.



“İnşa yolunda da hâl tamamıyla böyle olmuştur. Münşe’ât-ı Feridun ve âsâr-ı Veysî ve Nergisî ve sâ’ir münşe’ât-ı mu’tebere ele alınsa, içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz ve bir maslahat ifade ederken bedi ve beyan fenleri karıştırılarak ibrâz-ı belâgat için öyle müşevveş ve mütetâbi’ü’l-izâfât ibâreler yazmışlardır ki, Kamus ve Ferheng beraber olmadıkça ve bir adam fenn-i ma’âni ve âdâb-ı Arab’da kemâl-i ma’rifeti olduktan sonra âdeta bir ders mütalâ’a eder gibi birçok zamanlar sarf-ı zihn etmedikçe ma’nâsını istihrâca muktedir olamaz.”



Ziya Paşa, dilin böylesine yabancılaşmasına ve taklit durumuna düşmesinde temel sorun olarak şunları gösterir:



“Evvelâ Türkçe lisan bilinmelidir. Halbuki en güç şey budur. Zira vaktiyle Türkçeye mahsus lügat kitabı yapılmamış…”



Ziya Paşa da bu önemli yazısında Namık Kemal gibi “Osmanlıca” sözünü kullanmıyor; üstelik o da “Türkçe” diyor.



Bu yıllarda ilk defa Osmanlıca sözünü kullanan yazar olarak Ahmet Midhat Efendi’yi görüyoruz. Nitekim o, 1870’li yılların başında basın çevresinde oluşan dil üzerindeki tartışmalar çerçevesinde kaleme aldığı “Osmanlıcanın Islahı”(Dağarcık, cüz 1, İstanbul 1872) adlı yazısında o dönemdeki dilin yapısı üzerinde yeni ve farklı değerlendirmeler yapmıştır. Bu yazısında Ahmet Midhat, dil konusunda şu yorumu yapıyor:



“Gele gele Osmanlı kitabeti o dereceyi bulmuştur ki kaleme alınan bir şeyi ne Arap ne Acem ne de Türk anlamayarak bu lisan yalnız birkaç zat arasında tedavül eder bir lisan-ı hususî hâline girmiş ve azlığın çokluğa tâbi olması darb-ı mesel hükmündeyken bu azlık çokluğu kendisine tâbi etmek davasına düşerek nihayet milleti âdeta lisansız bırakmıştır.”



Dilin düzenlenmesinde “ıslah”ın zaruretine inanan Ahmet Midhat Efendi, çözüm olarak somut öneriler yerine Arapça ve Farsça kelimelerin yalın biçimlerinin kullanılmasını ister. Bu da onun dile oldukça sathî bakışının ifadesi olarak karşımıza çıkar. Söyledikleri kalıcı değil, yüzeysel değerlendirmelerdir.







Lisân-ı Osmânî / Lisân-ı Türkî



Basın ve edebiyat dünyasında 1870 sonrasında sıkça bu iki terimin kullanıldığını görüyoruz. Sıklıkla kullanılan terim ise “Lisan-ı Osmanî”dir. Özellikle Namık Kemal, bu terimi çok kullanıyor. Nitekim yukarıda sözünü etttiğim “Lisân-ı Osmânînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şamildir”başlıklı yazısı bunun en çarpıcı örneğidir. Ziya Paşa, Ali Suavî, Ahmet Midhat Efendi gibi bu dönemin önde gelen fikir adamları ve yazarları “Lisân-ı Osmânî” terimini çokça kullanırlar ve bunu da Arapça, Farsça ve Türkçenin oluşturduğu bir dil olarak ifade ederler.



Bu dönemde adını sıkça duyurmaya başlayan ve Mekteb-i Mülkiye’de verdiği dersler ile “üstad” olarak anılan Recaî-zade Mahmut Ekrem’in, Ta’lîm-i Edebiyyât(1879) adlı kitabında “Osmanlıca” terimini bilinçli olarak kullandığını görüyoruz:



Buna Türkçe demeyip Osmanlıca dediğim ise Arabî, Farisî sırf Türkçe elfâzdan terekküp ve teşekkül etmesinden ve asıl kendi kavâ’idinden başka diğer iki lisandan ahzolunan birtakım kaidelere dahi tâbi bulunmasından dolayıdır.”



Recaî-zade’nin bu yaklaşımı ilklik örneğidir ve “Osmanlıca” teriminin ortaya çıkmasında ve yaygınlaşmasında bir ilk adımdır. Çünkü o yıllarda Ta’lîm-i Edebiyyât bir ders kitabı olarak elden ele dolaşmaktadır.



Tanzimat döneminin Türkçü paşalarından biri olarak nitelenen Şipka kahramanı ve sonradan Harp Okulları Nazırı olan Süleyman Paşa, Ta’lîm-i Edebiyyât’ı takdirle karşılarken onun kullandığı “Osmanlıca” sözüne şiddetle karşı çıkar ve o dönem için çok ciddî ve önemli şu eleştiriyi Recaîzade’ye yazdığı mektubunda dile getirir:



“Bana kalırsa söylediğimiz lisan Türkçedir. Osmanlıca tabiri sahih değildir. Osmanlı sıfatı tâbiiyyeti bildirir bir ifadedir. Sultan Osman Hazretlerinin teşkil ettiği devlete tâbi olan efrada denir. Eğer Sultan-ı müşarü’n’ileyh Hazretleri bu devlet-i muazzamayı teşkile muvaffak olmaya idi de ila’l-an saltanat-ı Selçukkiye devam etse idi o vakit Türkçemizin adı Selçukiyye mi olacak idi. Cevdet Paşa’nın kitabı Kavaid-i Osmaniyye, hele hiç medar-ı istişhad olamaz. Lisanımızın adı herhalde Türkçedir. Üç beş kişi lisanın ismini tebdil etmek iddiasında ne kadar sebat gösterseler bile bütün sekene-i arzın hüsn-i kabulüne mazhar olmayınca, da’vânın hükümsüzlüğü tabiîleşir. Bu lisana efrad-ı ümmet Türkçe diyor. Avrupa, Asya, Afrika, Amerika, Avusturalya kıtasındaki milyonlarca milletler de Türkçe diyor. Öyle ise lisanımız Türkçe imiş. Hattâ bir ecnebiye Türkçe bilir misin diye sorarız. Osmanlıca bilir misin demeyiz. Tekellüm edegeldiğimiz lisanın Arabî, Farisî ile terekküb ve teşekkülü Osmanlıca denmesini iktiza etmez. Ali Şir Nevai’nin divanı elbette manzur-ı âlileri olmuştur. O da Arabî, Farisî ile Türkçeden mürekkebdir. Niçin Osmanlıca demiyoruz da Çağatayca diyoruz. Bugün Kazan’da, Kırım’da, Dağıstan’da, Azerbaycan’da, Hıyve’de, Semerkand’da, Kâşgar’da, Siberya’da dahi Türkçe söyleşiliyor. Onlar Arabî, Farisî kelimat meczetmişler. Şimdi bunların söylediği sözlere veyahud yazdıkları kitablara Osmanlıca mı diyeceğiz? Bana kalırsa Anadolu Türkçesi, Rumeli Türkçesi, Semerkand Türkçesi, Kırgız Türkçesi, Kâşgar Türkçesi demelidir.”(Agâh Sırrı Levend, Türk Dili’nde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, 2.b., Ankara 1960, s.136-137.)



Süleyman Paşa’nın bu değerlendirmesi, yüz yılı aşkın bir geçmişe sahip akılcı ve bilimsel bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Biz bu görüşleri bugün hâlâ tartışır durumdayız.



Bu yüzyılın son çeyreğinde dil veya Osmanlıca üzerindeki bu değerlendirmelerin yanında Belâgat-i Osmâniyye konusunda da bazı tartışmaların gazetelere yansıdığını görmekteyiz. Bu konuda en ilginç yorumu Câzim adlı bir eğitimcinin dilinden buraya aktarmak istiyorum:



“Belâgat-i Osmâniyye‘den murad Osmanlı belâgati veya daha açıkçası lisân-ı Osmânînin belâgati demek ise de evvelâ lisân-ı Osmânî veya Osmanlı lisanı namında bir lisan olup olmadığını düşünelim.



Her ümmetin bir lisanı olduğu gibi her devletin dahi bir lisan-ı resmîsi vardır. Alel-ekser o devleti teşkil eden ümmet bir ise onun lisanı ve yok birden ziyade ise ekseriyetin yani sairine galebe çalmış olan ümmetin lisanı lisan-ı resmîsi ittihaz kılınır.



Bu sebebe mebnîdir ki kavmiyet esası üzerine teessüs etmiş hükümetlerin lisan-ı resmîsi o ümmetin lisanıdır. Fransız ümmetinin ictimaından hâsıl olan ve Fransız hükümetinin lisan-ı resmîsi bulunan Fransızca ve İtalyan hükümetinin ictimaından hâsıl olan ve İtalya devletinin lisan-ı resmîsi bulunan İtalyanca gibi.



Kavmiyet esası üzerine teşekkül etmemiş olan hükümetlerin lisan-ı resmîsi ise li-sebebi min el-esbâb kabul olunan lisandır: Amerika hükümetinin kabul etmiş olduğu İngiliz lisanı gibi.



….Fransız ve İtalyan ve saire isminde ümmetler olduğundan Fransızca ve İtalyanca namında o ümmetlerin lisanı olduğu ve o ümmetlerin ictimaından hâsıl olan hükümetlerin dahi lisan-ı resmîleri mezkûr ümmetlerin lisanı bulunduğu ve fakat Amerika isminde bir ümmet olmadığından Amerika namında bir lisan dahi mevcut olmadığı yine o sebeble Avusturya lisanı, Belçika lisanı, İsviçre lisanı bulunmadığı tafsilât-ı meşrûhadan müstebân olmuş ve Osmanlı devletinin dahi lisan-ı resmîsi Türk ıtlak olunan ümmetinin lisanı olan Türkçe bulunmuştur. Bu hâlde Osmanlı ümmet adı olmayıp heyet adı olduğundan Türk lisanına Osmanlı lisanı demek caiz olmaz.”



Buraya kadar yaptığımız değerlendirme sonunda 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlıca sözünün, henüz terimleşmemiş nitelikte Ahmet Midhat Efendi ve Recaî-zade Mahmut Ekrem’in kullandığını görüyoruz. Nitekim Ahmet Midhat, Fatma Aliye Hanım’ın Muhadarat adlı romanına yazdığı ön söz ile Avrupa’da Bir Cevelan adlı eserinde yine Osmanlıca sözünü tekrar eder; Servet-i Fünûn yazarları ise Osmanlıca yanında Lisân-ı Osmanî adını sıkça kullanırlar.



Yüzyılın sonunda ise bu düşünceler ışığında Türkçenin ilk sözlüğünü Kamus-ı Türkî(1900) adıyla oluşturacak olan Şemseddin Sami, bu yoldaki görüşlerini sözlüğünün “İfâde-i Merâm” başlıklı ön sözünde şöyle dile getirecektir:



“Bizce müstamel Lugat-ı Arabiyye vü Farisiyyeyi câmi olduğu hâlde, bu kitabın Kamus-ı Türkî namıyle resmiyesine belki itiraz edenler bulunur. Lâkin lisanımız Lisan-ı Türkî’dir. Bu lisana mahsus lügat kitabına dahi başka isim düşünmek abestir.”



Buraya kadar yaptığımız değerlendirmeler, o dönem basınında ve eserlerinde geçen Osmanlıca sözünün kullanımı ve yer alış biçimleri üzerine idi. Konuya bir de o dönem sözlüklerinde bu sözün yer alış biçimine bakmakla açıklık getirmek istiyorum. Çünkü sözlükler, dildeki bir sözün tarihî dönemler içinde kullanım biçimini ve sıklığını veren kaynaklardır.



O dönemde yapılan sözlüklerin başında Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmânî adlı eseri gelmektedir. Bu sözlükte Osmanlıca sözüne rastlayamıyoruz. Lügat-ı Nâcî’de de bu söz yok. Osmanlıca sözünü ilk defa 1890 yılında tamamlanan Redhouse sözlüğünde “The Ottoman Turkish language” açıklaması ile buluyoruz; yani Osmanlıca sözü Osmanlı Türkçesi olarak karşılanmış. Bu sözlükten yararlandığını bildiğimiz Şemsettin Sami, Kamus-ı Türkî adlı sözlüğünde Osmanlıca sözünü madde başı yapmış ve “Osmanlıca s. Osmanlılara mensup ve â’id: Osmanlıca lisan, şarkı, kıyafet. = h. Osmanlılara mahsus tarz ve usulde veya bunların lisanında: Osmanlıca söylemek, yaşamak, oturmak. = is. Osmanlı lisanı, garp Türkçesi: Osmanlıca latif ve kolay bir lisandır.”açıklamalarını yapmıştır. Burada Şemsettin Sami, “Osmanlıca”yı önce sıfat olarak kaydetmiş, sonra üçüncü anlam olarak dil tanımlamasını yapmıştır.



Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde hazırlanan sözlüklerden Ali Nazimâ’nın eseri olan Mükemmel Osmanlı Lügati(1901)’nde “Osmanlıca” sözü yok; M. Bahaeddin’in hazırladığı Yeni Türkçe Sözlük(1924)’te “Osmanlıca” sözü, madde başı yapılmamış, “Osmanlı” sözünün içinde Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türkî adlı sözlüğünde tanımladığı biçimde madde içi olarak yer almıştır. Hüseyin Kâzım Kadrî’nin 1890 yılında başlayıp 1926 yılında tamamladığı 4 ciltlik anıtsal eserinde de “Osmanlıca” sözü, madde başı yapılmamış, “Osmanlı” sözünün içinde yer almış ve şöyle açıklanmıştır:



“Osmanlı [othmanly-osmanlı] garp-isim- Sultan Osman’ın tesis ettiği hükümete ve vatana mensup olan, garp Türkü; gayr-i İslâmî unsurlar arasında Türk ve Müslüman manasında kullanılırdı. Çağatayların Çağatay Hana, Nogayların Nogay Hana, Tatarların Tatar Hana, nisbet edilmeleri gibi garp Türkleri de Sultan Osman’a izafetle -Osmanlı- unvanını almışlar ve hükümetlerine de -Osmanlı Devleti- ismini vermişlerdi. Garp Türkçesine ‘Osmanlıca’ Osmanlı dili - lisân-ı Osmânî tabir edilmesi de bunun gibidir ve tarihe intikal eden bir hatadır.”





Dikkat edilirse buraya kadar gözden geçirdiğimiz sözlüklerde de “Osmanlıca” sözü net bir biçimde terimleşmemiştir.



Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan hemen önce İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra Selanik’te yayımlanmaya başlanan Genç Kalemler dergisinin oluşum felsefesinde dilde sadeleşme, yani onların deyişi ile “Yeni Lisan” hareketi söz konusu idi.



“Yeni Lisan” hareketini başlatan, savunan ve bu çığırda eserler kaleme alan Ömer Seyfettin, Ali Canip ve Ziya Gökalp, Genç Kalemler dergisi için kaleme aldıkları yazılarda “Osmanlıca” sözünü pek kullanmamışlardır. Üstelik ısrarla dilimiz için Türkçe sözünü sıkça tekrarlamışlardır.



Yine bu dergide “Yeni Lisan” tezinin önde gelen savunucularından olan Kâzım Nâmi ise bu hareketin başlamasından hemen önce Genç Kalemler dergisinde kaleme aldığı “Türkçe mi Osmanlıca mı?”(C. 1, no: 12 / 4, Mart 1327) başlıklı yazısında “Osmanlı Türkçesi” terimini ilk kullanan yazar olarak dikkati çekmektedir. Yazarın bu konuda yaptığı değerlendirme şöyle:



“Söylediğimiz dile Türkçe mi, yoksa Osmanlıca mı demek lâzımdır. Bunu anlamak için lisanımızın aslını aramamız iktiza ediyor. Bazıları, bu lisanı Türkçe, Arapça ve Farsçadan mürekkep bir lisan olmak üzere göstermek istiyorlarsa da bu iddia fikrimizce muvafık değildir. Dilimizin aslı Türkçedir.



(…)



Osmanlı Türkleri, Söğüt havalisinde yerleştikten sonra zaten sâika-i diniye ile Arapça ve Acemceye verdikleri ehemmiyeti tevsi etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki ulemâ ve üdebâsı Arap ve Acem lisanında kitaplar ve divanlar yazmışlardır. Bununla beraber Türkler, kendi lisanlarını unutmamışlardır. Yalnız Arapça ve Acemceye fart-ı meyilleri sebebiyle bu iki lisanın pek çok kelimelerini Türkçeye kabullenmişlerdir. O vakte kadar kavaidi tedvin olunmayan Türkçeyi de kavaid-i Arabiyye ve Fârisiyyeye göre kullanmaya başlamışlardır.



Bugünkü dilimizin üç lisandan addolunması bundan dolayıdır.(…)



Şimdi bu Türkçeye Osmanlıca mı demelidir? Osmanlılık, her ne kadar Türkler tarafından tesis edilmiş bir keyfiyet-i ictimâ’iyye ve siyâsiyye ise de bu vatanda yaşayan her unsura ait sıfattır.(…)



Dilimiz, Türkçedir; bütün Türk lehçeleriyle mukayese ederken buna Osmanlı Türkçesi deriz. Nitekim Uygurların söylediği Türkçeye, Uygur Türkçesi, Azerbaycanlıların söylediğine, yanlış, fakat yerleşmiş bir tabir ile, Çağatay Türkçesi diyoruz.”





Kâzım Nâmi’nin yaptığı bu değerlendirmeyi Ömer Seyfettin, Türk Sözü dergisinde kaleme aldığı “Osmanlıca Değil Türkçe Türkçe”(no: 5, 8 Mayıs 1330) başlıklı yazısında daha da pekiştirecek, Osmanlıcacılara karşı sert ve net cevaplar verecektir.



Yeni Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan ve Türk Dili Tetkik Cemiyetinin oluşumundan sonra “Yeni Lisan” çığırında Türkçecilik hareketi hız kazanır. Hatta Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük(İstanbul 1945)’ünün ilk baskısında Osmanlıca sözü madde başında yer bile almaz. Ancak bu sözlüğün 1955 yılında yapılan ikinci baskısında, “Arap ve Fars kültürlerinin etkisi altında yapısına bu dillerden ihtiyacı çok aşan derecede kelime hattâ gramer özellikleri giren ve Osmanlı imparatorluğunda kullanılan Türkçeye Tanzimattan sonra verilen ad.” biçiminde tanımlanır. Bu tanım Türkçe Sözlük(Ankara 1988)’ün 9. baskısına kadar aynen tekrar edilir. Türk Dil Kurumunda benim Sözlük ve Uygulama Kolu Başkanlığı yaptığım dönemde hazırladığımız Türkçe Sözlük(Ankara 1998)’te ise “Osmanlıca” sözü madde başında, “Osmanlıca a. bk. Osmanlı Türkçesi” biçiminde yer alır ve “Osmanlı Türkçesi” olan madde başına gönderme yapılır.



Ancak, Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kuruluş yıllarında hazırladığı, Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları(İstanbul 1934), Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu(İstanbul 1935) adlı eserleri “Osmanlıca” sözünün yeniden yaygınlaşmasına öncü olur. Nitekim bu söz, 1950 sonrasında dilde aşırı özleştirmeciler tarafından yine ön plana çıkarılır ve ilk defa Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca–Türkçe Sözlük(İstanbul 1952, 2. b. 1955, 3. b. 1959) başlığı altında yayımladığı eser ile “Osmanlıca” terimi yaygınlık kazanır. Bunu Ferit Devellioğlu’nun hazırladığı Osmanlıca–Türkçe Ansiklopedik lugat(Ankara 1964, 2. b. 1970; bu sözlüğün ilk denemesini Devellioğlu, 1949 yılında yayımladığı Osmanlıca–Türkçe Küçük Lûgat adlı eseri ile yapmıştı) izler. Hele bu sözlükte, eserin hazırlanış amacı anlatılırken, “Bu eser, Osmanlıca’da kullanılan arapça ve farsça asıllı kelimeleri ihtiva etmektedir; Türkçe kelimelerle osmanlıcaya batı dillerinden geçmiş kelimelere yer verilmemiştir.”(2. b. Ankara 1970, başlarken, s. I) denmesi, “Osmanlıca” sözünün sözlük bilimi ilkeleri açısından ne denli yanlış kullanımına çarpıcı bir örnektir. Öte yanda “Osmanlıca” sözünün sanki Türkçeden başka bir dil gibi gösterilmesine yol açan imajları yaratan da bu adlandırmalardır. Bunlara bazı çevreler de destek verince genç kuşak arasında bizlere, “Hocam Osmanlıca biliyor musun?” gibi sorular yöneltilmeye başlandı.



Bu durumu 1985 sonrasında Türk Dil Kurumunda uzun uzun tartıştık ve dil uzmanı 40 bilim adamının ortak kararı ile “Osmanlıca” sözü yerine “Osmanlı Türkçesi” teriminin kullanılmasını uygun bulduk; hatta YÖK’e bile durumu rapor ederek üniversitelerimizde “Osmanlıca dersleri” yerine “Osmanlı Türkçesi dersleri”ni vermeye başladık. Yani derslerin adları böylelikle değişmiş oldu.



Son dönemde “Osmanlıca Sözlük”ler yerine “Osmanlı Türkçesi Sözlüğü” adlı eserlerin de yaygınlaşması artık “Osmanlıca” sözünün yerine “Osmanlı Türkçesi ” teriminin kullanım sıklığına bir örnektir. Elbette dilde “galat” olarak yerleşmiş söz varlıklarının kullanımdan düşmesi kolay olmuyor. Önemli olan bilimde yanlıştan dönmek ve doğruyu yaygınlaştırmaktır.