OSMANLICA TÜRKÇE DEĞİLDİR (!)

AKP ve Başyüce’nin saçmalıkları yüzünden tamirat çantasını gene açacağız. Başyüce “Lamı cimi yok herkes Osmanlıca öğrenmek zorunda!” diyor. Başyüce böyle bir ferman buyurabilir ama henüz cumhurbaşkanlığı Ak Kondu’sunda oturuyor. Ak Kondu[1] henüz Başyücelik otağı olmadı. Olup-olmayacağı da belli değil…

Başyüce ferman buyuracak da çomarları paçalara saldırmayacak, mümkün mü? Osmanlıca, bizim konuştuğumuz Türkçenin Arap harfleriyle (Eski Türkçeyle) yazılması imiş… Ee, bu durumda Harf Devrimi’nden (1928) geri mi dönülecek?

Önce geveze ağızları Japon tutkalıyla yapıştıralım ki sussunlar ve biz işimize bakalım:

“Osmanlı” ve “Osmanlıca” tarih, coğrafya, yurtbilgisi ve sosyolojide bir sınıfı, yönetici sınıfı işaret ederler. Sınıfsal kavramdırlar. “Osmanlı” yönetendir, efendidir ve “Osmanlıca” da onun konuşup yazdığı dildir. Ulusal değil sınıfsal bir dildir. Ulusal dil Türkçedir.

Söylemesi ayıp bizim zulada bu türden marazlara karşı her zaman ilaç bulunur. İlacın reçetesi 9 Kasım 2008 tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanmış. Yazının adı: “Anadolu Halkı ve Aleviler”

Isıtmaya gerek yok, tazedir hemen okuyalım:
[Prof.Dr.Nur Vergin “Din, Toplum ve Siyasal Sistem”de yer alan “Din ve Muhalif Olmak : Bir Halk Dini Olarak Alevilik” (Bağlam Yayınları, s.66) adlı makalesinde, Osmanlı dönemi toplumsal yapılanmasını merkez ve çevre olmak üzere iki düzlemde konumlandırır ve bu ikilinin özelliklerini 6 kalemde belirler:

MERKEZ:

1.Kentliler ve yerleşik halk,

2.Askeri sınıf,

3.Etnik heterojenlik,

4.Ortodoks İslam (Sünni),

5.Arap-Fars kültürü,

“Osmanlıca”.

ÇEVRE :

1.Göçebeler,

2.Halk tabakaları (reaya),

3.Etnik homojenlik (Türkmen),

4.Heterodoks İslam (Alevilik),

5.Türkmen kültürü özgüllüğü,

6.Türkçe.

Bu nitelemelerden hareketle merkez ve çevrenin portresini çizebiliriz:

1.Nüfus: Kentliler ve yerleşik halk // Göçebeler,

2.Sınıf: Yönetici asker // Halk tabakaları (reaya),

3.Etnos: Etnik heterojenlik (çoğul etnisite) // Etnik homojenlik (Türkmen),

4.Din: Ortodoks İslam (Sünni) // Heteredoks İslam (Alevilik),

5.Kültür: Arap-Fars kültürü // Türkmen kültürü .

6.Dil: Osmanlıca / Türkçe.

Yani: Kentli ve yerleşik olan halk çoğul etnisiteden (Türk, Rum, Ermeni, Arap ve diğerleri) oluşuyor.

Arap-Fars kültürünün yörüngesine girmiş olan yerleşik kentli halk Osmanlıca konuşuyor. Ancak bunu da abartmamak gerekir. Çünkü İstanbul merkesinden uzaklaştıkça Osmanlıcanın etkisi azalır ve taşra yöneticileri de Osmanlıcadan uzaklaşır.

Çevreyi ise Türkmen ağırlıklı, Türkmen kültürünü koruyan, has Türkçe konuşan göçebe ve Alevi halk oluşturuyor.

Bu nitelendirme, şimdiye kadar pek dile getirilmeyen bir gerçeği de yansıtıyor: Anadolu’nun yerleşik, kentli, sivil meslek sahibi Hıristiyan halkı Müslüman olurken Sünniliği seçmiştir. Bunun böyle olması, yerleşik Hıristiyan halkın yerleşik Türklerin mezhebi olan Sünniliği tercih etmeleri çok doğal. Çünkü göçebe ve Alevi Türkmenler, üretim ve tüketim tarzları ile, yerleşik Müslüman ve Hıristiyan halk için ortak tehlikeyi temsil etmekteydi.

Selçuklular ve Osmanlılar döneminde görülen, göçebe ve Alevi Türkmenlerin merkeze karşı giriştikleri ayaklanmalarının tek nedeni bu ikilik olmasa da ayaklanan taraf karşısında her zaman yerleşik kentlileri (Müslüman ve Hıristiyan) buluyordu. Bu merkez-çevre çatışması yüzyıllarca sürdü ve bu süreç içinde merkezdeki Hıristiyanların büyük bir bölümü Sünni İslam’a döndü.

Yapı budur : Şu anda sahip olduğumuz Türk dilini ve Türk kültürünü merkezden çok çevreyi oluşturan kitlelere borçluyuz.

Osmanlı döneminde Halife ve Şeyhülislam’ın temsil ettiği Sünni İslam, toplumun inanç bağlamında egemen unsurdu. Çevrenin inancı olan Heteredoks İslam (Alevilik) Osmanlı döneminde devlet için tehlikeli ve güvenilmez öğe muamelesi görmüş ve Alevi halk her fırsatta şiddetle cezalandırılmıştır.

Cumhuriyet, “Tehlike ve güvenilmezlik” kaygılarını iki taraf için de gidermiş olmasına karşın, onun kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı merkezi ve Suniliği temsil etmeyi sürdürmüştür.

Evrensel demokrasinin şiarları adalet, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ise, bu şiarların artık Alevi inancına sahip halkımızın kimliğini de kapsaması gerekmektedir. Resmen !]

***

Başyüce’nin Osmanlıca aşkı Alevi düşmanlığından kaynaklanıyor olmasın sakın?!

İşin içine Osmanlıca girsin de “Harf Devrimi”nin, Alfabe devriminin kapısı çalınmasın olur mu? Elbette olmaz ki olmaz!

Onun da ilacı var zulada. “Harf Devrimi Konusunda Zırvalar” adlı reçetesi 15 Kasım 2012 tarihli Aydınlık gazetesinde yayınlanmış:
[Mürteci tayfasından Mustafa Armağan Zaman gazetesinde yayınlanan (04.11.12) “7 Soruda Harf İnkilabı” adlı yazısını bir dergi kapağı ve bir alıntı ile süslemiş.

Kapak 1928 Ağustos ayının Akbaba dergisinin kapağı: Elinde bir divit, ayaklarının altında Arap harfleri, Mustafa Kemal görülüyor. Arkada, ufukta bir güneş doğmakta…[2] Yazıcı Mustafa Armağan, resmin altına, “Arap harflerinin Yunanlılar gibi ‘düşman’ kategorisinde görüldüğünü resmeden örneklerden sadece biridir” diye yazmış.

(Önemli not: “Yunanlılar” yanlıştır. Doğrusu: “Yunanlar”).

Devrimin Arap harflerini “düşman” olarak gördüğü doğrudur. Devrim Latin harflerini alarak Arap-İslam zihniyet dünyasından ayrılmayı seçmiştir. Bu değişim olmasaydı Halifeliği ve saltanatı kaldıran Devrim’in hiçbir etkisi kalmazdı.

BİR ANLAMSIZ ALINTI

Mustafa Armağan, yazınsal ve felsefî önemi abartılıp cilalanmış Cemil Meriç’ten bir alıntı yapmış:

“1928’den itibaren kütüphaneler tuğla yığınına dönecek…”.

Bu cümleyi okuyan, 1928 yılında, Osmanlı-Arap harflerinin mirası olarak, Saint-Petersbourg (30,7 milyon kitap), Washinton (22 milyon kitap) kütüphanelerinin bize kaldığını sanabilir. Ama ülkede ne kütüphane, ne de tuğlaya dönüşecek kitap vardı:

Osmanlıların ilk dönemlerinde Selçuklu geleneğinin devamı olarak kütüphaneler cami, türbe, tekke gibi yerlerde ya da imarethanelerde kuruluyordu. Bu kütüphanelerde bulunan kitapların büyük çoğunluğu dini kitaplar idi.

1925 yılında hazırlanan bir rapora göre: 64 il merkezinden 45’inde ve 395 ilçeden 366’sında genel kütüphane yoktu. Bütün Anadolu’daki kitaplıklarda bulunan kitap sayısı 60-70 bin dolaylarındadır. (Axis 2000 Büyük Ansiklopedi, Milliyet/Hachette)

2012 yılında, bizler için, Arap, Çin, Japon, Kril alfabeleriyle yazılmış olan hiçbir değerli eser tuğla yığını değildir. Bu dilleri bilenler bu kitapları dilimize çevirip yayınlatırlar bizler de okuruz. Harf devrimi yüzünden tuğlaya dönüşmüş 10 tane bilimsel kitap adı veremezler.

BİR GÜNDE GELEN CAHİLLİK

Mürteci yazıcı, harf devriminin okur-yazarlık açısında pek yararlı olmadığını iddia ediyor. Oysa herhangi bir kaynakta kolayca bulunabilecek sayılar bu iddiayı yalanlamakta (“Atatürk Dönemi Türkiyesi’nin Genel Durumu”, Tarihin Yeri.Net):

– 1923 yılında ülkedeki okur-yazar oranı % 10.6, öğrenci sayısı 350.000 civarında iken, 1938 yılında okur-yazar oranı % 22.4’e, öğrenci sayısı ise 1.110.000’a çıkmıştır.

-1923’te, tüm ilkokulların sayısı 4.894, öğrenci sayısı 341.941, öğretmen sayısı 10.238 iken, 1932 yılında okul sayısı 6.788’e, öğrenci sayısı 567.361’e, öğretmen sayısı 15.064’e yükselmiştir. 1938 yılında ise okul sayısı 7.862’ye, öğrenci sayısı 813.636’ya, öğretmen sayısı ise 17.120’ye ulaşmıştır.

Orta, lise ve yüksek öğrenimde durum ilkokullardan daha beterdi. İnönü’nün gerekçesine yer vermek için bu konuda aktarma yapmayacağım. İsteyen gösterdiğim kaynağa bakabilir.

İNÖNÜ’NÜN GEREKÇESİ

Internette gezinirken, devrim düşmanı sitelerde, İsmet İnönü’nün Harf Devrimi’yle ilgili açıklamasını buldum. Alıntıyı “Altunton.org. İslam ve Bilim” adlı siteden yapıyorum:

“Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olması değildi. Uzun yıllar devlet, eğitim sorununa eğilmemiş, kitlesel eğitime önem vermemişti. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.” (İ.İnönü, Hatıralar, C.2.s.223)

Alıntıyı güya İnönü’nün Hatıralar’ından yapıyorlar ama Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanan “İsmet İnönü, Hatıralar”ın Harf Devrimi’yle ilgili bölümünde (s.483-486) böyle bir “parça” yok. Bu mürteci İslamcılar anadan doğma sahtekâr! İnönü, adını verdiğim yerde, şunları yazıyor:

“Harf inkilabı okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma yazma kolaylığı Enver Paşa’yı tahrik eden sebeplerdir. Ama, harf inkilabının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk. Arap kültürünün ve Arap dilinin tesiri hakkında, yeni nesiller bizim kadar fikir edinemezler. Bir misal olarak söylemek isterim: Benim çocukluğumda kültür sahibi adamlar, Türk dilinin kifayetsizliğinden, eksikliğinden meyus olarak bahsederlerdi ve bunun için cemiyet içinde hem Türk diye bir millet olarak Araptan ayrılığı kaldırmalıydık, hem de sağlam bir dile kavuşmak maksadıyla Arapçayı kabul etmeliydik, derlerdi. Yani vaktiyle devleti kurarken ve Türk dilini yaparken Arap dilini kabul etmek doğru olacaktı, görüşünü hararetle savunurlardı. // Anadolu’da ilk Türk devletini kuranların hepsi Türk beyi olarak devlet başına geçmişler ve milli hususiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Sonra Osmanlılar devrinde, edebiyat vesilesiyle dil ihtiyacı genişledikçe sanatı Arap dili üzerinde işlemek hevesi milli kültürü zayıflatmıştır. Bizim devrimizde Latin harflerine geçmek Türk dilini ve milli kültürü kurtarmak için esaslı bir etken olmuştur.” (S.485)

İşte size Mustafa Armağan’ın da öğrenmesi gereken Harf Devrimi’nin gerçek gerekçesi! ]

***

Osmanlıca diye bir dil vardır. İçinde Türkçe sözcükler de vardır ama dil Türk dili değildir. Çünkü isim ve sıfat tamlamaları, cümle yapısı (sentaks) Türk diline uygun değildir, Arapça ve Farsçadır.

1950’lerde dalga geçmek için şöyle cümleler ezberlemiştik:

-İmanım tahtelbahir (taht el bahr) göğsüm denizaltı.

-Bab-ı âli yüksek kapısından tek bir atlı yek süvari mürur edip geçerken…

İtiraf etmeliyim: Osmanlıcanın gerçek Türkçe olduğu iddialarını ciddiye al(a)madığım için ciddi bir araştırma yapmadan internetin wikipedisine uğradım ve orada sözlükçü Şemseddin Sami Bey’in şöyle bir cümlesini okudum:

“Söylediğimiz lisan ne lisanıdır ve nereden çıkmıştır? Osmanlı lisanı tabirini pek de doğru görmüyoruz çünkü bu unvan Selâtin-i Osmaniye’nin birincisi, fatih-i meşhurun nam-ı âlilerine nisbetle müşarünileyhin tesis etmiş oldukları bir devletin unvanıdır. Hâlbuki lisan ve cinsiyet müşarünileyhin zuhurundan ve bu devletin tesisinden eskidir. Asıl bu lisanla mütekellim olan kavmin ismi “Türk” ve söyledikleri lisanın ismi dahi “lisan-ı Türkî”dir. Cühela-yı avam indinde mezmum addolunan ve yalnız Anadolu köylülerine ıtlak edilmek istenilen bu isim intisabıyla iftihar olunacak bir büyük ümmetin ismidir.

Bize kalırsa o aktar-ı baidedeki Türklerin lisanıyla bizim lisanımız bir olduğundan ikisine de “Lisan-ı Türkî” ism-i müştereki ve beynlerindeki farka da riayet olunmak istenildiği hâlde onlarınkine “Türkî-i Şarkî” ve bizimkine “Türkî-i Garbî” unvanı pek münasiptir.”

Sözlükçü Şemsettin Sami, Türkleşmesinin etkisinde kalan ve belli bir ölçüde arınmış olan Yeni Osmanlı dilinde yazıyor. “Türk dili”, “Türkçe” ya da “Türk lisanı” demek varken Osmanlıca tamlama kuruyor ve “Lisan-ı Türkî”, “ism-i müştereki” türünden Hacivatlıklar yapıyor.

Divan şairlerinin ve saray katiplerinin icadı olan Osmanlıca üç evreden geçmiştir.

Eski Osmanlıca: 15. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar.
Klasik Osmanlıca: 16. yüzyıldan 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar.
Yeni Osmanlı: 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyıla kadar.

“Osmanlı yönetici sınıfının ve eğitimli seçkinlerin kullandığı bir yazışma ve edebiyat dili olan Osmanlı Türkçesi, günlük hayatta konuşulan bir dil olmamıştır. En belirgin özelliği, Türkçe cümle altyapısı üzerinde, İslam dünyasının klasik kültür dilleri olan Arapça ve Farsçayı serbestçe kullanma olanağı tanımasıdır.”

“Osmanlı yazı dili belirgin anlamda 15. yüzyıl ortalarında biçimlenmeye başladı ve 16. yüzyıl başlarında klasik biçimine kavuştu. 19. yüzyıl ortalarından itibaren gazeteciliğin ve Batı etkisindeki edebiyatın gelişmesiyle hızlı bir evrime uğrayan Osmanlı Türkçesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından kısa bir süre sonra gerçekleştirilen Harf Devrimi (1928) ve Dil Devrimi (1932-) sonucunda yazı dili ve gramer olarak kullanımdan kalktı ancak, konuşma ve yayın alanındaki kullanımı Türk Dil Kurumu’nun yabancı kelimeleri Türkçeleştirme uğraşları ve Batılılaşmanın ivme kazanması ile kullanıma giren yeni kelimeler sayesinde değişime uğrayarak devam etti ve bugün kullanmakta olduğumuz modern Türkçeye dönüştü.” (Wikipedi)

Lafı uzatmayıp örneklemeye geçelim:

“Şeyhülislam Esad Efendi’nin 1725-32 yılları arasında yazılan Lehcet-ül Lugat isimli sözlüğünün önsözü, 18. yüzyıl Osmanlı Türkçesinin özellikle rafine bir örneği olarak alıntılanmaya değer:”

“Amed-i medid ve ahd-i ba’iddir ki daniş-gâh-ı istifadede nihade-i zanu-yı taleb etmekle arzu-yı kesb-i edeb kılıp gerçi irre-i ahen-i berd-i gûşiş-i bî-müzd zerre-i fulad-ı fu’ad-ı infihamı hıred edemeyip şecere bî-semere-i isti’daddan yek-bar-ı imkân intişar-ı nüşare-i asar-ı hayr-ül me’ad as’ab-ı min-hart-ül katad olup ancak piş-nigâh-ı ihvan ve hullanda hem-ayar-ı nühas-ı hassas olan hey’et-i danişveriyi zaharif-i tafazzul ile temviye ve tezyin edip bezm-gâh-ı sühan-gûyanda iksar-ı sersere ile ser-halka-i ihvab-ı hava-ayin olmuş idim.” (Wikipedi)

Osmanlı hayranı Başyüce ile Başvekili Bayefendi yukarıdaki cümlenin tek bir satırını günümüz Türkçesinde söylesinler ben eşek gibi anırırım. Ama anırmak zorunda kalmayacağım yüzde yüz kesin.

1790 dolayında yazılan bir yemek kitabından alınan aşağıdaki bölüm, Osmanlı Türkçesinin nisbeten sade bir örneğidir:

“Türkîde turunc dediğimiz mîveye Farisî’de narenc denir. Portakal derler, İstanbul’da şekerden leziz zuhur etmeye başladı. Hatta nev-zuhur Frenk hekimleri ‘Asitane sahil-i bahr ve ahalisi et’ime-i mütenevvia ile aluf ve fesad-ı dem hasebiyle iskorpit illetine mübtelalardır. Elbet beher yevm bir dane portakal ekli lazımdır ve vacibdir.’ Maa-haza kendüleri illet-i müstekreh-i frengîden muallel olup bahusus oldukları arzda portakalı ancak kibarı görebildiğinden Asitane’de kesreti kendülerini hayran eylediğinden hezeyan-ı gûna-gûn ederler. Maa-haza alil-ül mizac olan ihvana muzır olmak melhuzdur.” (Wikipedi)

Bu alıntıyı da Osmanlıca-Türkçe sözlüğe bakmadan Türkçe söyleyemezler. Ha, sahi, aklıma geldi: Osmanlıca Arap harfleriyle yazılan Türkçe idiyse Ferit Devellioğlu “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat” i acaba paralelci olduğu için mi yazdı?

“Dönemin konuşma Türkçesinin sesini, klasik Osmanlı eğitimi almış yazarların metinlerinde tanımak çok güçtür. Buna karşılık Osmanlı eğitimi almamış bir İstanbullu Ermeniye ait olan aşağıdaki metinde, günümüz Türkçesinden hemen hemen farksız bir sokak diliyle karşılaşırız. 1736 yılında İran sefaret heyetine müzisyen olarak katılan Tamburi Artin Efendi’nin seyahatnamesi, Ermeni harfleriyle Türkçe olarak kaleme alınmıştır.”

“Yezd ile Kerman arasında kum deryası dedikleri vardır ki inceliği ve beyazlığı saat kumu gibidir ve bir köyleri vardır ki yolcular konar. Damlara ve sokaklara bir adam nazar etse gûya kar yağmış sanır. Yol üzerinde bir buçuk, iki saat çekecek kadar yerde kule gibi miller yapılıdır ki karşına tutar da öyle gidersin. Eğer o milleri sağına veya soluna alır isen, yolu şaşırırsın ve birer ikişer minare derinliğinde kum ile dolmuş hendekler vardır ki hiç belli değil. Atın ayağı eğer oralara basacak olursa kurtulmak muhaldır. Çabalandıkça batar gider.” (Wikipedi)

Anlaşıldı mı şimdi Vehbi’nin kerrakesi! Ben fakir “Cehaletin Rönesansı” ile “Egemenlik Cehaletindir” adlı kitaplarımı boşuna yazmamışım anlaşılan.

Orta yerde böyle bir şenlik olur da ben TÜRK GALİB’imi (XIX Yüzyıl Divan Şairi) hiç unutur muyum? Bakın Osmanlıcaya bulaşmadan kendi dili Türkçenin Niğde şivesiyle nasıl bir Divan şiiri yazmış:

Yaz geldi şükür bak yine çillendi höyükler

Fik fik ötüşürler uçuşurlar ibübükler
At eşeğe eşşek ata garman garuş oldu

Gök kubbeyi gümletdireyor dağda kölükler



Sesle bi çügez can gulaguyla ne guyakdur

Can koymadı gövdemde davullarla düdükler
Gar gurduna benzer soğuğu eslemez emme

Gışda otururlar çatur altında Yörükler
Eyan çağurunca hele bir varma da gör bak

Halta dakarak boynuga it denlü sürükler
Varsın yimesün Niğdelü Galib gara manca

Ağzın dadunu hiç ne bilür öyle hödükler

***

Yaz günü insana can yoldaşıdur sivrü sinek

Muzu heyvanlarının hep başıdur sivrü sinek
Gövdemi dişleyişün hem acıdur nem gabarur

Sayki guyruk urunun gardaşudur sivrü sinek
Uflaz emme sesi ağzında ağu var dalasa

Gılk uyuz denli ne mırdar gaşudur sivrü sinek
Heç ırulmaz gece eğlendürü sazlar çalarak

Gayfelerde garibün haldaşıdır sivrü sinek
Dünügün dilleşürüz köyde bununla Galüb

Yaz günü insana can yoldaşıdır sivrü sinek

***

Özetin özeti: “Osmanlı” yöneten, yönetici sınıfı, Osmanlıca da o sınıfın dilini işaret eder. “Türk” yönetilen halktır, reayadır. “Türkçe” de yönetilen sınıfın dilidir. İki sıfat da sınıfsaldır.

Böyle biline vesselam!