Eğitim Şûrası ve Osmanlıca Tartışmaları

Dil bir üst yapı kurumu değildir. Siyasi ya da toplumsal devrimlerde devlet biçimleri, mülkiyet ilişkileri, yasalar, anayasa vb. değişebilir ama dil değişmez. Ruslar Büyük Ekim Devrimi’nden önce de, sonra da Rusça konuşuyorlardı. Ama bir dil zamanla veya toplumsal koşulların değişmesiyle süreç içerisinde hızlı ya da yavaş bir biçimde değişikliğe uğrayabilir, anlatım olanakları, sözcük sayısı gelişebilir, anlam kaymaları olabileceği gibi, bazı sözcükler de kullanımdan kalkabilir vb. Anlaşılacağı gibi bunları yazma nedenimiz yukarıdaki belirlemelere uymayan Osmanlıca ve onun üzerine yapılan tartışmalar ve yorumlardır.

Son Eğitim Şûrası ile birlikte Osmanlıca tartışmaları da hız kazandı. Bunun nedeni ise Şûrada AKP Hükümetinin dümen suyundaki kanatların Osmanlıcanın liselerde zorunlu ders olmasına yönelik yaptıkları hamle oldu. Gelen yoğun tepkiler üzerine Osmanlıcanın zorunlu değil, seçmeli ders olacağı açıklandı. Üniversitelerin Türkiye tarihi, dili ve edebiyatı üzerine bölümlerde ise Osmanlıcayı öğrenmek zaten zorunlu ve ayrıca bu alanlarda araştırma yapmak isteyenler için de zaten bilinmesi gerekli.

Ama bu sorun bilimsel bir soğukkanlılıkla değil, AKP Hükümetinin genel olarak toplumu gericileştirmeye yönelik “paket programı” içerisinde bir unsur olarak getirildiği ve öyle tartışıldığı için tepkiyi ve karşı koymayı hak ediyor. Yani politik olarak yapılan bu gerici atağa karşı, politik bir tepki ile mücadele etmek zorunlu oluyor. Biz burada sorunu “dil tartışması” düzeyiyle sınırlı olarak kısaca ele almayı gerekli görüyoruz. Çünkü bu tartışmalar içerisinde Osmanlıcanın “eski Türkçe” olduğuna ilişkin savunmalar ve “Dil Devrimi” ile geçmişle olan bağın koparıldığı yönünde tespitler var. Dahası Osmanlı’nın çöküp dağılmasına engel olamayan o dille birikmiş “kültürel, bilimsel bilginin” bugünün sorunlarına ilaç olacağı savunuluyor vb..

Öncelikle vurgulamak gerekir ki, Osmanlıca eski Türkçe ile eşitlenemez. Osmanlıca Arapça, Farsça ve Türkçenin kullanıldığı, Arap harfleri ve bu harflere Türkçeye uysun diye eklemeler yapılarak yazılan, devlet dili olarak ve giderek üst tabaka yazar çizer takımının kullandığı, sınırları belirsiz yapay bir jargondur. Örneğin Nedim’in bir gazelinden Latin harfleriyle aktardığımız şu parça sorunun sadece alfabe kullanımı olmadığını kanıtlar: “Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâ-şâda/Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâd’a”. Bu satırlar 18. yüzyılın ilk çeyreğinde yazılmıştır. Divan Edebiyatı’nda olsun, devletin resmi yazışmalarında olsun çok daha anlaşılmaz biçimleri olan bu yapay dili anlayabilmek için sadece Türkçe bilmek, ya da Arap alfabesini bilmek yetmez, Arapça ve Farsçayı da, üstelik bunların dönemlere göre kullanılmış biçimlerini de bilmek gerekir. Ayrıca bu dillerin Osmanlıca içerisine aktarımında ve kullanımında bir sınır da bulunmamaktadır!

Şu satırlarda Nedim’den yaklaşık 500 sene önce 13.yüzyılda Yunus Emre tarafından yine Arapça harflerle yazılmıştır: İlim ilim bilmek demektir/ İlim kendin bilmektir/Sen kendin bilmezsin/Ya nice okumaktır. Burada bugün de kolaylıkla anlaşılabilen bir Türkçe kullanılmıştır. Esasen halk ozanlarının tamamı böyle bir dil kullanmıştır ve Osmanlı yönetimindeki Türk kökenli halkın kullandığı dil de bu tür bir Türkçedir. Diğer halklar da kendi dillerini kullanmakta, ancak devlet ve “üst kültürle” ilişkiye girmek isteyenler bu çerçevede Osmanlıca kullanmaktadırlar.

Anlaşılmış olmalıdır, sorun sadece alfabe sorunu değildir. Eğer Osmanlıca Arapça, Farsça, Türkçe karışımı yapay bir dil olmasaydı 1928’de Latin harflerinin kabul edilmesiyle tarihe karışmazdı. Osmanlıcanın ortadan kalkması için, tarihte neredeyse tek örnek olan ve bir hanedan adıyla anılan bu yapay dile devletin verdiği desteğin ortadan kalkması, zaten kullanılmakta olan Türkçenin önünü açması yetmiştir. Bundan sonra da Arapça ve Farsça kullanılarak ortaya çıkan ifade biçimleri zamanla azalarak ortadan çekilmiştir. Diğer dillerle olduğu gibi bu dillerle olan karşılıklı kelime alışverişleri de kendi doğal mecrasına oturmuştur. Yani yapılan bir dil devrimi değildir, Latin Alfabesi reformuyla dilin öğrenimi, yazımı vb. kolaylaştırılmıştır. Bu da Türkçe için tarihsel bir ilerleme olmuştur.

Açıktır ki AKP Hükümeti açısından sorun; dil bilimi, ya da geçmiş tarihsel belgelerin değerlendirilmesi ile ilgili değildir. Eğer öyle olsaydı zaten belirli bir temeli de olan bilimsel yöntemlerin kullanılması ve belki de iyileştirilmesi ile bu sorun çözülebilirdi. Sorun son zamanlarda yaygınlaşan “toplum mühendisliği” terimi ile açıklanabilecek bir içeriğe sahiptir ve toplum gerici bir kalıba dökülerek yeniden şekillendirilmek istenmektedir. Belli ki, hükümetçi kafa Arapça harfler ve Osmanlıca içerisindeki “din dili” Arapça için ağıt yakmaktadır. Madem dillerden bahsediyoruz, bitirirken vurgulamak gerekir ki her dilin onu sahiplenen kendi halkı vardır. Osmanlıcayı bu kadar tartışmak, tartıştırmak, ama Kürtçenin ana dilde eğitimde kullanılmasına karşı olmak. Herhalde dincilikle harmanlanmış bir milliyetçiliğin, “Osmanlıcılığının” ve “Müslümanlığının” sınırlarının görülmesinin bugünün politik süreçleri açısından ayrı bir önemi bulunmaktadır.